ARŞİV
Sivil Toplum ve Hukuk
Spinoza hiçbir zaman şu soruyu sormaksızın herhangi
bir düşünce üretmemiştir: Peki bunlarla ne yapacağız?
U. Baker
Biyolojik bir varlık olarak dünyaya gelen insan, çevresinde meydana gelen olayların algılanması ve bunların belirli yollar ile beyindeki merkezlere taşınarak yorumlanması için özel organlara sahiptir. Sahip olduğu bu olanaklarla dış dünyadan aldığı verileri fiziksel olarak mevcut olmayan zihne ulaştırır. İnsan bir taraftan duyularının armağan ettiği bir dünyayla tanışırken diğer yandan kendine, dünyaya, varoluşuna anlam katmaya çalışır.
İnsanın anlama erişiminde ilk başvuracağı araç dil ve dil yardımıyla ulaşabileceği hâlihazırda mevcut olan dünyadır. Dil bir taraftan iletişim aracı olarak insanın hayatını kolaylaştırırken, aynı zamanda içinde taşıdığı yaptırımlarla/ buyruklarla örtülü biçimde ona boyun eğdirir, biçimlendirir. Bu süreç, insanın özne olarak varlık kazanmasının, sınırlarının farkına varmasının da biricik yoludur.
Hepimizin bildiği gibi insanın fiziksel varlığı kendi içinde taşıdığı standartlara bağlı olarak gelişir. Toplumsal varlık olarak insanla ilgili normlar ve güvenceler ise kendi dışındadır. Bu bağlamda hukuk; insana değer, anlam ve yer güvencesi sunan ortak üst yapılardan biridir. Hukuksal açıdan insan, biyolojik ve sembolik boyutların birleştirilmiş halidir; hukuk insanın zihinsel evreninin sınırsızlığı ile fiziksel deneyimlerinin sınırlılığını birleştirir ve aklın temellendirilmesindeki işlevini böylelikle tamamlar. Ve insan, hayatı boyunca iki tür bağ ile hukukun konusu olur. Bu bağlardan ilki “yasa” dediğimiz, bize irademiz dışında hükmeden metinler ve sözler; ikincisi ise sözleşme dediğimiz, başkalarıyla yapılan özgür antlaşmadan kaynaklanan metinler ve sözlerden oluşur. Bu durumda herkes yaptığı sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerden önce yasanın ona tanıdığı medeni durumdan doğan yükümlülüklere tâbidir. Hayatımız boyunca her birimiz taraf olup kabul etsek de kabul etmeyip karşı çıksak da üzerimizde güce sahip olan yasaların belirleyici rolünden kaçamayız. Bu kabullerdir ki aramızda adaleti sağlar; aklımıza yön verir.
İnsanlar doğmadan, onların gelecekleriyle ilgili bağlayıcı kararlar barındıran hukuk normları, diktatörlerin ilk hedeflerleri olmuştur. Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplamaya yönelik girişimlerin temel hedefi, hukuku ve hukuksal olarak tanımlanmış insanı öldürmek olmuştur. Öldürme eylemi, insanın salt fiziksel varlığına son verme şeklinde anlaşılmamalıdır. Hukukun öznesi olma niteliğinin elinden (siyasi, ekonomik ya da başka gerekçelerle) alınması, sonra da basit bir hesap unsuru haline getirilmesi, öldürmenin başka bir şeklidir, ki sonrasında, hepimizin bildiği şekliyle, hukuk dışı yöntemlerin hem uygulayıcısı hem de mağduru haline getirilir.
Hukuk dediğimiz sisteme el koymanın gerçek anlamı, toplumsal iradeyi hukuk düzeni içerisinde temsil eden “Bana uy; Beni gerçekleştir” buyruğunun cuntacılar tarafından ele geçirilmesi, sonrasında da bu saygın kavram üzerinden “Bana, yani diktacı iradenin emirlerine uy! denmesidir. Ve asıl tartışılması gereken taraf da bana göre bu ele geçirmede saklıdır. Demokrasiyle yönetilen ülkelerde hukuk,” İnsanın kendi aklını kullanma cesaretine, akıl sahibi bir varlık olarak özgürce düşünebilme yeteneğine itimat etmeye dayanır.” Bu gerçeği daha iyi anlayabilmek için Orta Çağ Avrupa’sında dinin işlevine bakmalıyız. Bu çağda din özel bir konu değildir: Devletin, kralın ve tebaanın hukuksal durumunu belirler. Devlet, hiçbir zaman ölmeyen ve ölmeyecek olandır. Çünkü Ortaçağ hukuk ve siyaset anlayışına egemen olan kral efsanesine göre, hükümdarların iki bedeni olduğu kabul edilir. Bunlardan biri günün birinde çürüyecek olan doğal bedendir, öteki kutsal, gizemli ve ölümsüz bedendir. Krallık payesi, bütün insan zaafları ve krallık üzerindeki olası talihsizlikleri aşan dünyevi bir sonsuzluktur; tüccarlar, ortak inanç altında birleşen iyi Hıristiyanlardır; tebaa ise her türlü otoriteye kayıtsız şartsız itaat eden, kendilerine özgü iradeleri olmayan kitlenin adıdır.
Modern Batı kuşkusuz bu kavramları dönüştürdü. Devlet, fizikötesi, mistik bir beden olmaktan çıkarıldı. Devlet kişilerin, kimliklerin ve verilen sözlerin en son kefili, somut bir yapı olarak konumlandırıldı. Yöneticilerin kendilerini Tanrının temsilcisi olarak görme ayrıcalıkları ellerinden alındı. Bireylerin hak ve özgürlükleri devletin bekasından daha önemli hale getirildi. Doğu toplumlarında da kişinin özelliklerine, cinsiyetine, iş konumuna, dinine ve mezhebine göre farklı kurallar uygulanıyordu. Kestirme bir söyleyişle hukuk, ait olunan cemaat, din ve geleneklerden kaynaklanan yasalarla biçimlenmişti. 17. yüzyıl boyunca toprağın emeğin ve sermayenin ticarileşmesi, pazar ekonomisindeki genişleme ve yeni keşifler, İngiliz ve Amerikan devrimleriyle ortaya çıkan gelişmeler, mevcut siyasal düzen ve otoritenin sorgulanmasına ve dönüşmesine neden olmuştur. Bu düşünce sivil toplumun oluşumunu hazırlayacak olan tarihsel koşulları da beraberinde getirmiştir. İçinde ayaklanmaların, ihtilallerin, darbelerin, kanlı savaşların yaşandığı uzun bir tarihsel süreçten geçerek bugünlere geldik. Geldiğimiz bu yerde, anayasal demokratik bir devlet, serbest pazar ekonomisi ve siyasal özgürlükler var. Özgürlükler alanı sivil toplumun yaşayabildiği alanlardır. Bu alanda, insan hakları ve insan onurunun dokunulmazlığı kuraldır, insanların özgürlüklerinden emin olması esastır.
Sivil toplum; eğitim, hukuk, çevre, kültür, sağlık gibi birçok konuda sorumluluğunun bilincinde olan, ideolojiler üstü sosyal gerçekliğin adıdır. Sivil toplumlar, tarihsel süreç içinde oluşturdukları etki açısından birçok devlet ve şirketten daha güçlü bir konuma gelmiştir. Günümüzde 5-6 yaşlarındaki çocukların çalıştırılması, fokların kafalarına vurularak uyuşturulup canlı canlı derilerinin yüzülmesi, ozon tabakasının delinmesi, su stoklarımızın yok edilmesi, savaşlar, yoksulluk, sömürülen mülteciler, insan haklarına yapılan saldırılar gibi pek çok olay, iç içe geçmiş nedenlerle, insanları buluyor, sonuçlarına katlanmak zorunda bırakıyor. Sorumluluk alma konusunda artık hiç kimsenin duyarsız kalmasının mümkün olmadığı, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demenin imkânsız olduğu dönemlerdeyiz.
Artık demokratik hukuk devletlerinde, “halkın belli aralıklarla sandık başına giderek siyasal karar mekanizmalarını etkilemeleri” anlayışı çoktan terk edildi. İnsanların, devletten izin almak bir yana, gerektiğinde bizzat devletin uygulamalarına karşı çıkması sağlıklı bir demokrasinin koşulları arasında sayılmaktadır. Tam da burada sormamız gereken soru şu: Demokrasi karşıtı güçler, silahlı kuvvetlerle işbirliği halinde bir darbe girişiminde bulunurlarsa, özgür toplum ve demokrasi taraftarları bu girişimi etkisiz kılacak yeterli ve iyi organize olmuş teşkilatlara sahip mi? Eğer cevabımız evet değilse, Demokrat Parti örneğinde olduğu gibi yeniden acı bir deney yaşayabiliriz. Demokrat parti önderliği” Çoğunluğu temsil ettiğini, bu çoğunluğun kendisine gerekli gördüğü her şeyi yapmak için mutlak yetki ve meşruiyet verdiğini düşünüyordu.”[1]
DP iktidarı siyaseti, seçkinlerin uğraşı olmaktan çıkararak geniş halk kitlelerine ulaştırdı. Siyasette figüran bile olmasına izin verilmeyen milletin, aktör olduğunu hissettirmeye başladı. Böylelikle bir yandan ülkemizdeki siyasi kültüre olumlu etkide bulunulurken, diğer yandan bürokratik-baskıcı devlet geleneğinin yumuşamasını, milli bir ticaret-sanayi burjuvazisinin doğmasını sağladı. Tarım reformu, barajlar ve hidroelektrik santralleri; eğitim ve ulaşım hizmetlerinin yaygınlaştırılmasının sonucu olarak siyasi yapının katı kalıpları yıkıldı. Türkiye tarihinin en önemli değişimini yaşadı: köylü, ‘çiftçi’ ; amele ‘işçi’; tebaa ise ‘vatandaş’ oldu. Bu dönem, Türkiye’nin dış politikasının da en başarılı dönemlerinden biri olmuştur. 2 Mayıs 1954 günü yapılan genel seçimlerden Demokrat Parti, cumhuriyet tarihinin rekor oranıyla galip çıktı: % 56,6 oy alan Demokrat Parti, 503 milletvekilliği kazandı. CHP ise % 34,8 oranla parlamentoya ancak 31 milletvekili sokabildi. Yürürlükte olan çoğunluk sistemi DP’ye milletvekilliklerinin neredeyse tamamını kazandırmıştı: % 56,6 oy karşılığında milletvekillerinin % 93’ü. DP iktidarı, bu güçlü parlamento yapısına rağmen trajik sondan kaçamamıştır.
Çünkü bu dönem “ Kendini iktidar gibi gören muhalefet ile kendini muhalefet gibi gören iktidar” sendromunun yaşandığı dönemdir. Çünkü iktidarın el değiştirmesi dönemin iki büyük partisi ve sivil- asker bürokrasisi tarafından hiçbir zaman tam olarak içselleştirilememiştir. “İktidarda- 1923 yılından beri- yirmi yedi yıl kalmış bir CHP, yönetme sorumluluğunu henüz üstünden atamamıştı. CHP bu konuda yalnız değildir: “Temel konularımıza ilişkin tanımları bu ülkede asker yaptı, kriterleri asker koydu, onları siyasi sisteme dikte etti. Bu kriterler, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin resmi ezberini oluşturdu. Asker bu “kriter”lerin ihlal edildiğine, bu kriterlerin çok partili rejim içinde korunamayacağına kanaat getirse kılıcını meydan attı.
Askerin ‘kurtarıcılığı’ budur.
Rejime ilişkin ‘asker vesayeti’ budur.[2]
Şimdi, benzerine az rastladığımız, bir kalkınma ve özgürleşme süreci yaşıyoruz. Ancak hâlâ çok iyi anlaşılmadan duran, can yakıcı gerçeklerimiz var:
“Kendi ülkesinde esir düşmüş bir milletiz biz.
Cumhuriyet, kurduğu “düzenle” hepimizi kuşatıp bir çaresizliğin içine hapsetmiş.
Ordu-yargı-medya üçgeni, bu büyük kuşatmanın ayaklarını oluşturuyor.
İtiraf edeyim ki bu kuşatmayı büyük bir maharetle, hayranlık uyandıracak bir ustalıkla oluşturmuşlar.
Çıplak gözle baktığınızda kolayca görmeniz mümkün değil.
Yargı sistemini öyle yerleştirmişler ki özellikle incelemedikçe, bizi içine hapsettikleri ağın ilmeklerini görmüyorsunuz.
Eğer Ergenekon çetesinin üstüne gidilmeseydi ve yargının bazı unsurları telaşa düşmeseydi hiçbirimiz bu “gizli ilmekleri” keşfedemeyecektik.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun aslında ne işe yaradığını görmemiz mümkün olmayacaktı.
Orduya dokunan bir savcının hayatını mahvedecek mekanizmanın, düzenin içine nasıl yerleştirildiğini göremeyecektik.
Soruşturmayı engellemek için ne tür ilişkilerin, ne tür baskıların devreye sokulabildiğini asla anlayamayacaktık.
Halkın talepleri doğrultusunda anayasa değişiklikleri gündeme gelmeseydi Anayasa Mahkemesi’nin, Yüksek Seçim Kurulu’nun işlevlerini ve düzeni, “hukuka” da aldırmadan nasıl savunduklarını bilemeyecektik.
Ama şimdi biliyoruz.”[3]
Şimdi, toplum olarak derin sarsılmaların, sorgulamaların, taleplerin, beklentilerin izdüşümlerinin her alanda kendini hissettirdiği bir dönemden geçiyoruz. Her geçen gün daha çok farkına vardığımız derin kuşatma; bizim demokrasi, özgürlük, hukuk devleti mücadelesine olan inancımızı besliyor. Çünkü biz, insanoğlunun tarihsel süreç içinde hangi aşamalardan geçerek demokrasi ve insan haklarıyla ilgili standartlara ulaştığını artık çok daha iyi biliyoruz. Bu yüzden de ''Demokratikleşme için özgürlükçü yeni bir anayasaya ihtiyacımız vardır ve sorumluluk hepimizindir.'' diyoruz.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] bk. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi
[2] Altan Öymen, Türkiye’nin Asker Sorunu, s.18
[3] Ahmet Altan, Taraf gazetesi, 12.06.2010
